Müjde: İlk "en yakın arkadaşım"

-
Aa
+
a
a
a

Cennet Üzerine Bir Kültürlen(ş)me Hikâyesi *

 

Müjde, benim “Allah”a ettiğim ilk duanın nedeni ve aynı zamanda bu duanın konusu, biricik öznesiydi. Hayatımda bu duadan önce dua edilecek, yakarılacak bir “Allah” yoktu. 1980’lerin ortalarında, Türkiye-Ankara’da, yaklaşık yedi-sekiz yaşlarında, bir ilkokul öğrencisiydim.

 

Müjde, benim ilk “en yakın arkadaşım”dı. Aile sınırlarından, toplumsal olana adım attığım hayatımın bu önemli döneminde, ona duyduğum o saf sevgiyi içimde bir yerlerde hâlâ taşıyor ve o saflığıyla koruyorum. Onunla yaşadığımız bu sevgi ve muhabbet ilişkisinin nasıl başladığını tam olarak hatırlamıyor olsam da, aile dışına çıktığım bu ilk önemli hayat deneyiminde, yani ilkokulda, birbirimizden kopamayacak hale geldiğimizi hatırlıyorum. Parça bölük anılarım var. Beslenme çantalarımızın içine evden konan yemekleri her öğlen afiyet ve neş’eyle paylaşmamız, ailelerimizin hafta sonu zaman sınırları dahilinde, kimi hafta sonları büyük bir merasimle bir araya gelişlerimiz, teneffüslerde okul bahçesinde birlikte oynamak için can atışlarımız, haftalık cep harçlığımızı aldığımız her Pazartesi günü, Sarah Kay ve Care Bears yapıştırma kitaplarımız için heyecanla alıp yapıştırdığımız yapıştırmalar ve bu kitapları bitirme heyecanımız... Hep bir arada olmanın coşku ve neş’esi ile.

 

Ne güzel günlerdi.

 

Böylesine saf, masum, neş’eli, oyun dolu, karşılıklı ve koşulsuz bir sevgiyi deneyimlemiş olduğum ve süreç içerisinde beni bırakmamış olan böylesi bir çocukluk hatırasına sahip olduğum için şükrediyorum.

 

Tam hatırlayamıyorum; ilkokul ikinci ya da üçüncü sınıftaydık. Müjde’nin kimi derslere girmediğini fark etmem biraz zaman almıştı. Ne ben bu derslerin neler olduğuna dikkat etmiştim, ne de Müjde bana bu konuda bir şey söylemişti. Sonrasında, hatırladığım kadarıyla, yokluğunun nedenini ilkokul öğretmenime sorduğumda, yanıtı Müjde’nin Hristiyan olduğu ve bu yüzden de “zorunlu” Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersine bundan sonra girmeyeceği olmuştu. Bu ders ise, söz konusu olay gerçekleşene kadar hiç dikkatimi çekmemişti.

 

Müjde’nin Hristiyan olduğunu daha önceden bilmiyordum. Böyle bir konuşmaya sanırım bir ihtiyaç duymamıştık. Ayrıca duysak bile, bunun benim için bir anlam ifade edip etmeyeceğinden emin değilim. Ailemde, ananemin yatmadan önce ‘şunu söyle’ dediği bir dua dışında aile içi bir din eğitimi söz konusu değildi. Her ne kadar Allah’a ve Muhammed’e inandıklarını söyleseler de, bu inançlarını günlük, düzenli ve sembolik ritüeller şeklinde yaşamıyorlardı. Dolayısıyla da bana, bu anlamda bir öğretileri olmamıştı; belki de dönemin orta sınıf Cumhuriyetçi Türklerinin ruhunun devlete olan sarsılmaz güveni ile bu işi Devletin kurumlarına sorgusuz teslim etmişlerdi.

 

İşte, bu güven neticesinde, belki de onların dine olan “ilgisizliği” benim üzerimde ters işledi ve ilgimi hiç çekmeyen bu din dersleri, Müjde’den kopuşuma neden olduğu için pür dikkat dinlediğim bir ders haline geldi. En nihayetinde, bu ayrılışımızın nedenini anlamak durumundaydım.

 

Bu derslerden beni derinden etkileyen bir tanesini hatırlıyorum: Konunun “cennet” olduğu haftayı. Çünkü, sınıfta bu konuyla geçirdiğimiz bir saat sonrasında, kafamın içinde durmaksızın tekrar eden şu cümle beni yalnız bırakmamıştı: “Yalnızca Müslüman olanlar Cennete gider”. Bunun üzerine sorduğum ilk soruyu hatırlıyorum, “Peki ya Hıristiyanlar”, diye. Çok sevdiğim ilkokul hocam, durumu anlayıp toparlamaya çalışmıştı sanki: “ama tabi, iman edenler ve iyi işler işleyenler de Cennete gidebilir”; en nihayetinde Cennet insanın sevdikleri ile bir arada oldukları bir yerdir”, diyerekten.

 

O yaşta bir çocuk için anlaması çok zor bir konu; aynı şekilde anlatılması da bir hayli zor ve sorumluluk istiyor. Dolayısıyla, bu ardı ardına gelen farklı önermeler, benim için büyük bir paradoksun başlangıcı olmuştu. Müjde Müslüman değildi; ama dünya üzerinde tanıdığım en iyi insandı; adeta yaşayan bir melekti ve kesinlikle Cennete gitmesi gerekiyordu. Ve tabi ailesini çok sevdiği için onların da. Ayrıca benim en iyi arkadaşımdı ve ben –tabi ki Cennete gideceğim için- onu orada yanımda istiyordum. Duruma müdahale etmeliydim: Dua etmeliydim. Çünkü, çocukların dualarının, masum ve samimi oldukları için kabul olacağını öğrenmiştim.

 

“Allah’ım sana yalvarıyorum; lütfen Müjde’yi ve çok sevdiği ailesini güzel Cennetine kabul et. Lütfen Allah’ım, orada hep beraber olalım”.

 

Masum gibi görünüyor, değil mi?

 

Ama bir o kadar da paradoksal. Çünkü bizi ilk andan ayıran bir kavram için, bizi yeniden birleştirmesi için dua ediyordum.

 

Halbuki bu kavram öncesinde biz zaten birlikteydik ve birlikte olduğumuz zamanlar dünya üzerinde cenneti yaşıyorduk.

 

Ama cennet adında zihinlerimize aldığımız, hayatımıza yeni giren bu kavram, inancın sonunda işinin kalmadığı, yani görevini tamamladığı bir mekanda belki de ayrı düşmemizi gerektiriyordu.

 

Bu nasıl bir zihinsel süreçti?

 

Ayrıca şayet, “masumiyet” denilen şey, “kötü”nün bilgisine sahip olmamak ve bu bağlamda, olası bir sonuç ya da ödülün hesabını yapmadan tüm doğrudan ve samimiyetinle hayatta var olmak ise, bu bilgi “masumiyet”imin de bu anlamda sonunu getirmişti.

 

Yine, bu “masumiyet” bilgisiyle ettiğim duaların, benim için sorunları eyleyerek ve dahil olarak değil de, talep ederek çözmeye yönelik bir dönemi açması da cabası. Bu bilgiyle, sonrasında daha neler için dua ettim, kim bilir.

 

Geriye dönüp baktığımda, yakalandığım şeyin basitçe bir Allah ya da Cennet fikri değil de, ondan daha derinde, bir anda içselleştirilen üstünlük kurgusu olduğunu düşünüyorum. Öyle ki, bu kurgu bana, “farklı” ve bu özelliği ile benden daha dezavantajlı konumda olduğu öğretilen birinin geleceği hakkında eyleme geçme ve benden daha üstün başka bir şeyden, onun öğretilen dezavantajlılığı için talepte bulunma hakkı vermişti.

 

Ve bunların hepsi, öğrenme ile edinilen zihinsel bir ayrıma dayalıydı. Klasik bir ben ve öteki içselleştirilmesi örneği.

 

Halbuki biz zaten bir ve beraberdik.

 

Ve oynamak, basitçe çok daha eğlenceliydi.

 

Şimdi bu satırları aynı zihinsel ayırım üzerinden yazdığımı fark edince doğrusu üzülüyorum. Her ne kadar itiraf niteliğinde olsalar da.

 

Belki de Müjde, benim onun adına dua ettiğim o zamanlardaki gibi, kendi inancıyla cennetini bulduğu yerde, bilmiyorum.

 

Doğrusunu söylemek gerekirse ve metnin gidişatından da anlaşılacağı üzere, bu hikâyeye dair umutsuz bir son biçmiştim. Ta ki Müjde’ye gönderene kadar. Belki bu işi kurallarına uygun yapmak adına onun onayını almak için, ama belki de o günlerden izi kalan masumiyet ve muhabbet hayali ile. Onu görmediğim bu uzun yıllar boyunca onu ilk defa dinlemek adına...

 

Hikayeyi Müjde’ye yolladığımda olaylar kısaca şöyle gelişti. Öncelikle şunu söylemeliyim ki, ben kendi kendime düşünüp konumlanışımın muhasebesini yaparken, Müjde beni kocaman kalbi ve açık kolları ile karşıladı. Zaten orada olarak, kendini, neler yaşadığını ve inancını bana anlatarak. Ve hatta ilk duasının öznesi olma ayrıcalığına sahip olduğu için bana teşekkür bile etti. Bu dersten sonra, ona inancını sorduğumu ve benim de o zamanın aklıyla ona, “ben seni her halinle seviyorum”, gibi şeyler söylediğimi hatırlattı. Ve akabinde bütün bu zihinsel karışıklığın neden olduğunu sordu.

 

Müjde farkına varmamı sağladı.

 

Metnin sonunu değiştirmem gerekiyordu.

 

Çünkü Müjde, benim sorguladığım bu içselleştirmenin cereyan ettiği o yerde değildi. O, neredeyse, oradaydı. Ben ise, kabul edemediğim paradoksun zihinsel döngüsü içinde.

 

Ve benim de orada olabilmek için yapmam gereken şey, kendi biricik zihin hücremde düşüncelere dalmak değil, onunla iletişime geçmek, onu, anlamak için dinlemekti.

 

Yine ve yeniden.

 

Kafa karışıklıkları/sorgulamalar ya da radikal netlikler/düşmanlıklar getirsin, kaçınılmaz olarak öğrendiğimiz tüm bu zihinsel ayırım ve sınıflandırmalarımızın ötesine geçebilmek için tek yol, o kategorilerin işlediği zihin hücresinden çıkmaktı.

 

Yani, onlar gerçekleşmeden çok daha önce, her zaman ve zaten orada olan birlikteliğimizden, karşılıklı muhabbetimizden ve sevgimizden doğan alanda olmak.

 

* Kültürel süreçlere ilişkin önemli kavramlardan olan kültürlenme (enculturation), bireyin kültür içerisinde ve kültür tarafından eğitimi ve bu kültürün birey tarafından içselleştirilmesi anlamına gelirken, kültürleşme (acculturation) iki ya da daha fazla kültürün karşılıklı-işteş ve birlikte etkileşimi anlamına gelmektedir.